top of page

Nefret ve Öteki


Lacan I. Seminer’de[1] varlığın üç tane tutkusu olduğunu söyler: aşk, nefret ve cehalet. Bu tutkular, öznenin dilin kendisinde oluşturduğu eksiğe, dilin birincil etkisine verdiği yanıtlardır. Dolayısıyla üç tutku da eksikle ilişkilidir. Hem öznenin kendi eksiğiyle hem de Öteki’ndeki eksikle olan ilişkisine varlığın verdiği yanıtlardır.


Ben bugün size bu üç tutkudan birisi olan nefretten bahsedeceğim. Yanıtlamaya çalışacağım soru ise şu olacak: Öznenin nefret etme nedeni nedir? Hatta daha doğrusu özne neyden nefret eder? Lacan I. Seminer’i olan Freudcu Teknik Üzerine Yazılar’da nefretle ilgili şöyle söyler:


“Nefretin imgesel bir boyutu vardır. (…) Fakat bu imgesel boyut simgesel tarafından çerçevelenir ve nefret, düşman yok olduğunda bile ortadan kalkmaz. Aşk ötekinin varlığının göz önüne serilmesine can atarken, nefret bunun tam tersini ister; onu küçük düşürmeyi, düzenini bozmayı ister; onun yolundan sapmasını, çıldırmasını, onu inkâr etmeyi ve onu altüst etmeyi ister. Aşkı olduğu gibi, nefreti de sınırsız yapan budur. (277, I. Seminer).


Bu paragrafta iki önemli konu var; bunlardan bir tanesi imgesel nefret, bir diğeri ise nefretin simgeselle olan ilişkisi. Benim bu metindeki odak noktam nefretin dille ve büyük Öteki’yle, dolayısıyla simgeselle olan ilişkisini ele almak olacak.


Büyük Öteki kavramına birçoğunuzun aşina olduğunu düşünüyorum; bu Lacan’ın bir kavramı. Lacan’da küçük harfle yazılan öteki kavramı bizim gibi olana, bize benzeyene, bize tanıdık olana atıfta bulunur. Büyük harfle yazılan Öteki ise bize benzemez, o hem öznenin oluşumunda asli bir role sahiptir hem de özneye radikal olarak yabancı olan bir faildir. Bu bağlamda anne, baba, öğretmen, sevgili, analist gibi gerçek kişiler Öteki rolüne sahip olabilir, hatta özellikle analist, analiz süresince –belli bir süre– Öteki rolünde olmalıdır. Ayrıca dil, Yasa, ırk, Tanrı gibi kavramlar da Öteki’nin alanındadır. Öteki bize ayrıca kendi kimliğimizi tanımlayabileceğimiz bir alan da sunar: Özne kendi varlığına dair sorunun cevabını, kendi arzusunu, eksiğini kapatacak olan nesneyi Öteki’nin mahallinde arar ve bu mahalde bulduğu tek şey gösterenlerdir; yani sözcükler ve dildir. Gösterenler ise eksiği kapatamaz, özneye kendi eksiğine dair yanıtı vermez çünkü veremez. Lacan Öteki’nin de aynı özne gibi eksik olduğunu söyler. Özne kendi eksiğinin telafisi için Öteki’ne başvurur fakat Öteki, özneye varlığına dair bir garanti veremez, öznenin varlığına bir tutarlılık veremez. Peki, özne neden eksiktir; öznenin eksik olması ne demektir?


Burada mesele kastrasyonla ve insan varlığının özneleşme süreciyle ilgilidir. Psikanaliz biyolojik bir varlık olarak insanla özne arasında bir ayrım yapar. İnsan doğduğu an itibariyle özne değildir. Bir bebek doğduğu andan itibaren, hatta daha öncesinde Öteki’yle ilişki içerisindedir ama onun kurallarına ve söylemine hemen tabi olmaz. Özneleşme süreci dille yakın bir bağlantı içerisindedir. Yeni doğmuş, hatta doğacak olan bir bebeği düşünelim. O daha doğmadan önce onun hakkında konuşulmaya başlanır: “Benim oğlum olacak ve bana benzeyecek.” “Benim çocuğum olunca ona asla hayır demeyeceğim.” gibi sözlerle çocuk daha dünyaya gelmeden önce, onun hakkında, onun kimliğini şekillendirecek birtakım sözler söylenir. Çocuk dünyaya geldiği anda ise kendisi hakkında inşa edilmiş tüm bu söylemden bihaberdir. Onun bu süreçte bakım verenlerle ilişkisi bakıma muhtaç olmasından ve ihtiyaçlarından kaynaklanır.


Fakat bu durum çok uzun sürmez. Çocuk sürekli olarak bakım verenlerin sözleriyle, istekleriyle ve yasaklarıyla karşılaşır: “Onu yapma,” “Elini oradan çek,” “Çok ayıp!” gibi birçok gösterenle karşılaşır ve Öteki’nden gelen tüm bu müdahaleler dil aracılığıyla gerçekleşir. Yani Öteki, dil aracılığıyla biyolojik varlık olan insana müdahalede bulunur. O zaman dille Öteki arasında çok yakın bir ilişki vardır. Hatta dil de bir tür Öteki’dir.


Tüm bu müdahaleler insan varlığında bir eksik ortaya çıkarır. Bir çocuk için yapılabilir ve yapılamaz şeyler oluşmaya başlar ve önceden sınırsızca yapabildiği şeylere birtakım engeller getirilir: Her bulduğu şeyi ağzına sokmaması gerektiğini, tuvaleti geldiğinde annesine haber vermesi gerektiğini, elini oradan çekmesi gerektiğini zamanla anlar. Ama burada bir kayıp söz konusudur. Freud’un uygarlığın bedeli olarak öne sürdüğü şeydir burada söz konusu olan. Bebek artık kendi jouissance’ı[2] içinde otonom bir varlık olmaktan, birtakım simgesel yasalara tabi bir özne haline gelir. Simgesele tabiiyet, öznenin belli miktarda jouissance’tan vazgeçmesini gerektirir. Öznenin oluşması temel bir kayba, eksiğin ortaya çıkmasına dayalıdır. Bizim konuşan varlıklar olarak sahneye çıkışımız bir kayıp yaratır ki Freud’a göre uygarlığın ve kültürün merkezinde bu kayıp yer alır.[3]


Peki, öznenin kaybettiği bu jouissance’a ne olur? Bu jouissance nereye gider? Bu sorulara öznenin yanıtı hazırdır: Bu jouissance tabii ki Öteki’ne gider! Dolayısıyla Öteki’nin Öteki olarak kalabilmesinin koşulu, öznenin kastrasyonla kaybettiği jouissance’ın Öteki’nde dolaşımda olduğunu düşünmesidir.


Jacques Alain Miller Extimity[4] metninde, Öteki’nde en çok nefret edilen şeyin onun ötekiliğini yapılandıran şey olduğunu belirtir. Onda ele geçiremediğimiz bir şey olduğu için, onu tam olarak asimile edemediğimiz için Öteki’nden nefret ederiz. Onda ele geçiremediğimiz şey onun onun ötekiliğini yapılandıran şeydir. Peki bu şey nedir? Öteki niye Öteki olarak kalır?


Ona duyduğumuz nefretin, bütün varlığına duyduğumuz nefretin nedeni nedir? Bu nefret, Öteki'nin jouissance’ına, Öteki’nde farz ettiğimiz keyfe duyduğumuz nefrettir. Somutlaştıralım: Bugün tanık olduğumuz modern ırkçılığın en genel formülü şu olabilir: Öteki’nin kendine özgü keyif alma tarzına duyulan nefret.[5] Yani bu durumda Öteki’nde bizim alamadığımız bir keyif, bizden farklı olan bir keyif alma yolu tespit ederiz. Nefret Öteki’nde tespit ettiğimiz bu bize ait olmayan jouissance’ı, bu artı-keyfi hedef alır. Irkçı ya da dışlayıcı anlatılar daima Öteki’nde bir artı keyif varsayar.[6] İlginç bir şekilde bu keyif paradoksal bir doğaya sahiptir: Irkçılığın nesnesi olan bu kişiler, örneğin Amerika’daki Meksikalılar, Avrupa’daki Müslümanlar ya da Türkiye’deki Suriyeliler aynı anda hem bizim işlerimizi çalıp hem de devletten aldığı paralarla bedavaya geçinen insanlar olarak görülürler. Dolayısıyla ırkçılıkla ilgili anlatılara dair rasyonel karşı çıkışlar çoğunlukla başarısızlığa uğramaya mahkumdur çünkü burada söz konusu olan nefret, ırkçı öznenin kendi eksiğiyle başa çıkmak için geliştirdiği ve içinde bulunduğu söylem tarafından da desteklenen bilinçdışı bir stratejidir. Durum ne olursa olsun ırkçı özne, Öteki’nin hak etmediği bir keyfe, jouissance’a sahip olduğunu düşünecektir. Ve Öteki’nin sahip olduğu bu artı-keyfe bir zamanlar kendisinin sahip olduğunu, ama Öteki’nin gelip bu keyfi ondan çaldığını düşünür. Hâlbuki böyle bir durum söz konusu değildir. Bu jouissance ondan çok önceleri zaten çalınmıştır.

Buradaki sorun ırkçı öznenin bu eksikle ilişkilenmesinde yer almaktadır. Irkçı özne bu eksiğin ona sunduğu imkanlarla ilgilenmektense bu eksiğin geri döndürmek peşinde koşar. Doğru, ırkçı öznenin, tıpkı diğer öznelerde olduğu gibi, bir zamanlar sahip olduğu jouissance’ta bir eksik ortaya çıkmıştır fakat bu eksik yapısal bir eksiktir, kastrasyonla bağlantılıdır ve bu eksiğin nedeni sonradan ortaya çıkan bir yabancı, bir insan topluluğu ya da başka bir ülke değildir.


Dolayısıyla bu sonuç bizi başta söylediğim şu ifadeye geri getirir: Bu tutkular –aşk, nefret ve cehalet– öznenin dilin oluşturduğu eksiğe, dilin birincil etkisine verdiği yanıtlardır ve nefret söz konusu olduğunda Öteki bu eksikten birinci derecede sorumlu tutulur ve hedef alınır. Nefrette özne kendi eksiğinin sorumluluğunu almayı reddediyor gibi, hatta eksiği tamamen reddediyor gibi görünmektedir. Lacan’ın cehalet tutkusunu aşk ve nefretten güçlü bir tutku olarak tanımlaması belki de bu yüzdendir. Cehalet, aşkı da sevgiyi de yatay keser: Aşkta idealleştirme aracılığıyla eksiğe dair cevabın Öteki’nde olduğu düşünülürken (ki böyle bir durum söz konusu değildir, Öteki bu cevabı vermeye muktedir değildir), nefrette eksikten sorumlu olanın Öteki olduğu düşünülür. Dolayısıyla buradan nefretle ilgili şöyle bir tanıma ulaşılabilir: Nefret, öznenin kendi eksiğini reddetmesidir, öznenin kendi eksiğinin sorumluluğunu almamak uğruna başvurduğu stratejidir.


Burada nefretle ilgili ikinci bir boyut daha devreye girer: Özne kendi eksiğine dair cevabı Öteki’nde arar demiştik. Fakat Öteki’nin ona bu cevabı vermesi, ona bir garanti, nihai bir tutarlılık vermesi mümkün değildir. Dolayısıyla öznenin Öteki’nden nefret etmesinin en önemli nedenlerinden birisi budur. Lacan XX. Seminer’i olan Encore Seminer’inde[7] şöyle söyler: “Onlar benden nefret ediyorlar diyorsam bunun nedeni benim bir bilgiye sahip olduğumu farz etmemeleridir.” Lacan aşkın söz konusu olabilmesi için Öteki’nde bir bilginin farz edilmesi gerektiğini söyler: Öteki benim eksiğime dair bir yanıta sahiptir ve onu bu bilgi sayesinde, eksiğime dair onda farz ettiğim bu cevap sayesinde severim. Eğer Öteki’nin eksiğime dair bilgiye sahip olmadığını anlarsam aşkım her an nefrete dönüşebilir. Burada aşk ve nefret arasındaki yakın ilişkiyi görmek mümkün hale gelir: Öteki’ni benim hakikatime dair sahip olmadığım bir bilgiye sahip olduğunu düşündüğüm sürece severim. Ne zaman ki onun bu bilgiyi vermeye muktedir olmadığını anlarım, bu cevabın onda olmadığını düşünmeye başlarım, ondan nefret etmeye de başlarım. Dolayısıyla nefretin bir diğer tanımı da Öteki’nin hiçbir zaman tam, bütün ve tutarlı olmamasıyla ilgilidir. Özne kendi eksiğinin yanıtını aramak için Öteki’ne başvurur fakat Öteki’nde yine eksikle karşılaşır çünkü Öteki ona nihai yanıtı, mutlak yanıtı veremez. Bu cevapsızlık, özneyi Öteki’nden nefret eder hale getirir. Çok sevilen birisinin her an nefret nesnesi haline gelmeye aday olması bu yüzdendir.


Son olarak Lacan’dan yaptığım uzun alıntıyla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Lacan I. Seminer’de şöyle demişti: “Fakat [nefrete dair] bu imgesel boyut simgesel tarafından çerçevelenir ve nefret, düşman yok olduğunda bile ortadan kalkmaz.” Bu alıntının nefreti anlama konusunda fazlasıyla önemli olduğunu düşünüyorum. Nefret sadece düşman olarak görülen kişinin ya da grubun varlığını hedef almaz, öznenin kendi eksiğiyle ve Öteki’nin eksiğiyle yakından ilişkilidir. Öyle olmasaydı düşman yok olduğunda ya da düşmanın bize zarar veremez uzaklığa çekildiğini anladığımızda nefretin bitmesi gerekirdi. Ama böyle olmaz, nefret bir türlü sonlanmaz. Hatta nefretin nesnesi çok uzakta, gerçeklik içerisinde bizim hayatımıza hiç değmeyecek bir noktada bile olabilir. Burada çokça atıf yapılan Yahudi düşmanlığı üzerinden örnek verilebilir: Avrupa’nın birçok yerinde en radikal Yahudi düşmanlığı, Yahudilerin nüfus olarak en az olduğu yerlerde olmuştu. Yahudilerle ilgili benzer bir durumun Türkiye’de de olduğunu söylemek gayet mümkün. Dolayısıyla burada söz konusu olan şey Öteki olarak konumlandırılan kişinin ya da topluluğun somut varlığından ziyade, öznenin libidinal ekonomisinde, öznenin ruhsallığında kapladığı yerdir. Öznenin içinde bulunduğu söylem ona eksiğine ilişkin sorumlu tutabileceği bir fail, bir Öteki verir. Ama bu noktada özne yine de sorumludur. Hem Freud hem Lacan bu konuda oldukça nettir: Özne dilin, toplumun ve kültürün pasif alıcısı değildir. Bilinçdışı düzeyde de olsa özne her zaman yaptığı seçimlerden sorumludur. Bu yüzdendir ki eksik tüm özneler için nefret yaratmaz, öznenin eksiğe nefretle yanıt vermesi –bilinçdışı da olsa– bir seçimi içerir. Tüm bu tutkuların ötesinde ise arzu vardır, tutkulara tabi bir özne olmaktan arzulayan özne olmaya geçiş de bir sorumluluk içerir.


Lacan’dan günümüze ışık tutabilecek ve bizleri düşünmeye davet eden son bir alıntıyla konuşmamı bitireyim: “Yine de bugünlerde özneler nefret deneyiminin en yıkıcı biçimlerinin yükünü omuzlamak zorun değil. Peki neden? Çünkü uygarlığımız kendi kendine yeten bir nefret formudur. Nefret çok basit bir şekilde rasyonelleştirilir ve gündelik söylemde birçok kılığa girer.” (277, I. Seminer)[8]


*Bu metin 12 Ekim 2019 tarihinde, Psikanaliz Araştırmaları Derneği, Saint Benoît Lisesi ve Bahçeşehir Üniversitesi’nin işbirliğiyle düzenlenen "Aşk ve Nefret" başlıklı sempozyumda sunulmuştur.

[1] Lacan, J., The Seminar of Jacques Lacan: Book 1, Freud's Papers on Technique, çev. John Forrester, New York: Norton, 2013. [2]Jouissance Lacancı psikanalizin temel kavramlarından birisi ve birçok farklı anlamı içinde barındırdığından Fransızca olarak bırakılan bir kelime. Hem “keyif” anlamına hem “yasal olarak bir haktan yararlanmak” anlamına hem de “orgazm” anlamına geliyor. Bu kavramı aynı zamanda hoşnutsuzluk veren bir keyif, acı veren bir haz olarak okumak mümkün. Jouissance öznenin semptomundan aldığı ikame doyum olarak ya da haz ilkesinin ötesindeki şey her ne ise o olarak da düşünülebilir. [3] Freud, S., Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yayınları, 2014. [4] Miller, J. A., Extimity. https://www.lacan.com/symptom/extimity.html [5] a.g.y. [6] a.g.y. [7] Lacan, J., Yine/Hala, çev. Murat Erşen, İstanbul: Metis Yayınları, 2019. [8] Lacan, J., The Seminar of Jacques Lacan: Book 1, Freud's Papers on Technique, çev. John Forrester, New York: Norton, 2013.

bottom of page